230K TEAM RELAY: BİZİM EFSANEMİZ!

Hikayemizi her şeyin en başından alalım. Yaklaşık 3 sene kadar önce “zayıflayayım diye” bir fitness salonuna yazılmışım, her antrenmandan önce ısınmak için bir koşu bandına çıkıp ter dökmeye uğraşıyorum. Gel zaman git zaman fark ediyorum ki antrenman süreleri kısalmaya başlamış, koşu bandından inmek bilmiyorum. Kısa süre sonra çoğu koşu severin uğrak noktası olan Maçka Parkı’nı turlamaya başlıyorum. Derken yollar genişliyor, mesafeler uzuyor, adımlar hızlanıyor, bir kere rüzgar saçları sallamaya başladığında ayağın bastığı hemen hemen her yerin aslında bir koşu parkuru olduğu bilinci iyiden iyiye ele geçirmeye başlıyor beni.

Benim fikrimce koşu, “çok yalnız” bir spor branşı. Bu sebeple amatör bir şekilde koşu yaşamının sürdürülebilmesi için koşma eyleminin içinin koşucu kişi tarafından doldurulması gerektiğine inanırım. Ben; çoğu zaman kendimi anlamak, düşünmeye zaman ayırırken durağanlık içinde kaybolmamak, vücudumu bir yerden sonra algılayamadığım yolların akışına bırakırken zihnimin de bilmediğim yerlerine açılmak için koştum. Kimi zaman kızamadıklarıma, bir türlü içinden çıkamadığım durumlara, hatalarıma ve ironik bir şekilde tam da aynı anda hatalarımdan uzaklara, gülüp geçemediklerime; kimi zaman da içimi içime sığdıramayışlarıma, yerimde duramayışlarıma kendi kendime özel bir kutlama yapıyormuşumcasına koştum. Kısacası, koşmak benim bireyselliğimin eyleme dökülmüş haliydi ve bunun aksini, bu eylemi yan yana koşmanın ötesinde bir paylaşıma taşıyabileceğimi hiç düşünmemiştim. Ta ki bu yarışa dek.

Fotoğraf: HALE AKAR

230K Team Relay -geçen seneki adıyla Run of Legends (RoL)-, “senin efsanen” sloganıyla, bu sene yine Alaçatı’da, 22 Eylül günü 08.00de başlayıp, 23 saatlik cut-off süresine tabi olarak, 23 Eylül sabahında yeni günü getiren ışıklar karanlıktan ısırıklar almaya hazırlanırken sona erdi. İçinde bulunduğumuz ekonomik döneme bağlı olarak bazı sponsorların geri çekilmesinden ötürü, yarışa çok kısa bir zaman kala, yarışın formatında birtakım değişiklikler yapılmıştı. Yeni formata göre: her koşucuya toplamda 40 kilometre civarında pay düşecek; parkur içindeki konumunu önceden tam olarak bilmediğimiz CPlerden (Check Point) oraya ulaşmış olunduğuna dair bileklikler, parkur sonunda teslim edilmek üzere alınacak; başlangıç ve bitiş noktaları aynı olan dört farklı parkur, her takımın koşucuları tarafından takım içi belirli bir sıra takip edilerek koşulacaktı. İlk parkurda yükselerek eteklerdeki rüzgar güllerinin gözünden mavilikleri görürken ikinci parkurda artık güneşin iyice kızdırdığı asfaltta tatlı tatlı eğim aldıktan sonra dönüş yolunda Alaçatı Port’la merhabalaşacaktık. 6.5 kilometrelik üçüncü parkur, diğer parkurlara kıyasla oldukça kısa olduğundan “yarışın en hızlı parkuru” olacak ve bir bölümünde akşam serinliğindeki Ilıca sahilinin dalgaları tarafından karşılanacaktık. Dördüncü ve son parkurda ise önce şöyle bir Alaçatı’dan uzaklaşacak, sonrasında ise tam da “Herkes de buradaymış!” dedirtecek kalabalığın arasına dalarak kah geçe kalmış bir yemeği yemeye kah cumartesi gecesi eğlencesine çıkmış anlam veremeyen bakışların hedefi olarak koşturacak, yorgunluk ve uykusuzluğumuzun zirvesinde artık akıl almaz bir hasret duyacağımızı tahmin ettiğimiz bitiş çizgisine varacaktık.

Yarıştan bir önceki gece katıldığımız teknik toplantıya dek bu konseptte bir yarış hepimiz için çok havada kalmaktaydı. Toplantı öncesi tanıdık yüzler selamlandı, ertesi sabahın hemen hemen ilk ışıklarını takiben yollara dökülecek olan 11 takımdan 66 koşucunun ve organizasyonda gönüllü olarak yer alacak olan arkadaşların heyecanının yükselttikçe yükselttiği atmosferde bir yığın yarış öncesi fotoğrafı çekildi. Teknik toplantı sonrası, yaz mevsiminin de araya girmesiyle antrenmanların büyük çoğunluğunu ayrı şehirlerde yapmış olan ekibimle, yarış öncesi mideleri bozmamaya gayret eden tatlı bir telaş içinde, bir yandan bir şeyler atıştırırken diğer yandan da aslında gerçekliğe ne kadar uyacağını kestiremediğimiz ufak tefek taktikler belirliyor, birbirimize tavsiyeler veriyorduk. Sonunda heyecanımızı içimizde bir yerde uyutmaya çalışıp yataklarımıza döndük ve aynı gün içinde yaptığımız yolculukların etkisiyle bir göz açıp kapamaya denk gelmiş gibi hissettiren uykulara daldık.

Yarış sabahı bir şeyler hafif bir şeyler atıştırıp -yarış süresince konakladığımız yerlere uğramamız kurallar gereğince yasaklandığından- kıyafetlerden ilaçlara, yiyeceklerden uyku tulumlarına değin neyimiz var neyimiz yoksa yanımıza alarak başlangıç noktası olan otele geçtik ve yarış boyu takımların dinlenme alanı olarak ayrılmış olan otel bahçesinde biz de yerimizi aldık. Takım fotoğraflarının çekimini takip eden 3 kilometrelik toplu koşunun ardından ilk koşucularımızı inanılmaz bir enerjiyle başlangıç çizgisinden uğurladık. İşte bu noktadan sonra önümüzdeki koca bir gün boyunca artık bu yarıştan başka bir şey düşünemeyeceğimiz bir ruh haline bürünmüştük ve bundan henüz haberimiz bile yoktu.

Yarış sabahı, takım fotoğrafları çekiminden.
Soldan Sağa: Sarp (3. koşucu), Ayşegül (5. koşucu), Baran (6. koşucu), Işıl (4. koşucu), Semih (1. koşucu) ve ben (2. koşucu).
Fotoğraf: MAHMUT CİNCİ

Yarıştan bağımsız olarak; ayrı ayrı hepimizin belirli bir seviyenin üzerinde koşu geçmişi, kendine göre iyi bir antrenman düzeni ve koşu seviyesi vardı. Peki ya bir ekip olarak nasıl bir performans sergileyecektik? Hiçbirimizin açıkça dillendirmemiş olduğu bu soruyla kafamızda dolanan tilkileri yok saymaya çalışırken aslında epey iyi gittiğimizi fark ettik fakat yarış ağlarını bizim için biraz erken örmeye başlamıştı.

Henüz yeni başlamış olmanın hevesiyle ilk parkurda yükselirken.
Fotoğraf: MAHMUT CİNCİ

İlk parkurun bir kısmının patikavari bir alandan geçmesi, henüz parkurdaki yönlendirme işaretlerine adapte olamayışımız, başlangıcın yarattığı heyecanı dikkatimizi tam olarak parkur üzerine toparlayacak kadar bastıramamış olmamız gibi sebeplerden ötürü farklı ekiplerden sayıca azımsanamayacak kadar çok koşucu parkuru kaybederek yanlış yönlere koştu. Bu duruma bağlı olarak zaman kaybına uğrayan ekiplerden biri de bizdik. Açık konuşmak gerekirse, bu kaybın ve parkur dışına çıkmaktan ötürü koşulan fazla kilometrelerin ekibi mental olarak oldukça yoracağını sanıyordum fakat durum hiç de öyle olmadı. Birimiz parkurda ter dökerken bu esnada dinlenme alanında kalanlar olarak takım sürelerinin an be an yazıldığı kara tahta başına geçiyor ve dakikalar üzerinde üçün beşin lafını yaparak bundan böyle en iyimizi nasıl ortaya koyacağımızı tartışıyorduk. Yarışın azizliğine bu kadar erken uğramış olmamızın bizi daha sıkı bir ekip yaptığını düşündüğüm dahi oldu.

Baran ve Sarp, ilk parkur sonrası “hoca da 100 100 verse” hesapları yaparken.
Fotoğraf: HALE AKAR

Gün içerisinde, henüz hava sıcak ve heveslerimiz tazecikken her şey yolunda gibi görünüyordu. Parkurlara güle oynaya çıkıyor, bayrağı bir sonraki ekip arkadaşımıza devrettikten sonra yeniden iş başa düşünceye dek keyfimize bakıyorduk. Özellikle geçen sene de yarışmış olan ekip arkadaşımız Baran, havuza girerek yaptığımız soğumaların ve havuz kenarında da olsa duş alabiliyor oluşumuzun önceki yarışın imkan verdiklerine kıyasla epey lüks kaldığını söylüyordu. Tabii, günün tamamen akşama dönmesi ikinci parkurun son koşucusu olan Baran’a denk geldiğinde, onun da düşünceleri oldukça değişmişti. Havanın soğuması ve alttan alttan insanın içine işleyen sinsi rüzgarın esiyor oluşuyla hem havuz hem de duş artık birer seçenek olmaktan çıkmıştı. Ekipte yavaş yavaş bacak ağrıları ve alışkın olunmayan besin takviyelerinin etkisiyle mide problemleri baş göstermeye başlamıştı. Parkurdan her gelen ekip arkadaşımız için ekibimizden biri uyku tulumu hazırlıyor; diğeri sanki kendisi ağrılar içinde değilmiş gibi canla başla masaj yapıyor; öbürü ise arkadaşımızın gereken su, atıştırmalık ve besin takviye ihtiyacını karşılamaya çabalıyordu. Artık bir tören neşesinde bayrağı devretmek bir yana dursun, parkura çıkacak olanımız binbir güçlükle uyuklamakta olduğu yerden doğruluyordu. Üçüncü parkurda koşma sırası bana yaklaşırken hafiften çiğ düşmüş uyku tulumumun içinde kendimi iyice tulumun dibine ittirip ağlamamaya çalıştığımı hatırlıyorum. Madalyonun diğer yüzünü görmeye başlamıştık ve kalkıp başlangıç çizgisinde yerimi almam gerekiyordu. Bacaklarım ısrarla yapamayacağımı söylüyordu ve bir yandan da ben lavaboda öğürürken başımda bekleyip beni güzelce silkeleyen Ayşegül’e iyi görünmeye çabalıyordum. Semih’in sırayı devretmek üzere elini kaldırarak bana doğru hızla geldiğini görene dek hareket edemeyeceğim sandım ve sonra çıkıp “en hızlı parkurumu” koştum.

Son parkuru hayal meyal hatırlıyorum. Yanımdaki uyku tulumu bir dolup bir boşalıyordu. Üçüncü parkur çok hızlı tamamlandığından bekleme sürem neredeyse yarıya inmişti ve diğer tüm ekip arkadaşlarım gibi yeterince dinlenemediğim aşikardı. Saat 19.00dan itibaren hava karardığından ve parkurların tamamı trafiğe açık olduğundan, her ekip başına bir araç görevlendirilmişti ve güvenlik sebebiyle parkurdaki koşucuyu yakın bir mesafeden takip ediyordu. Tüm günün yorgunluğu aracın farlarının da etkisiyle birleşince kendimi ortasında bulduğum iyice uyuşmuş bir bilinçle Alaçatı’nın merkezinde koşuyordum. Koşu formum diye bir şey artık kalmamıştı, yollardaki insanların ve ara ara geçen organizasyon gönüllülerinin coşkulu desteğiyle bir daha geçmek zorunda olmayacağım bitiş çizgisine varmıştım. Hissettiğim, şimdiye dek yaşadığım en güçlü psikolojik tatminlerden biriydi.

Son parkuru da Sarp’a devrediyorum, beni karşılamak için Ayşegül (solda) bekliyor. Bitiş çizgisinden son geçişim.
Fotoğraf: SEVDA KAPLAN

Dönüp hemen uyku tulumuna girdim ve sonrasında Baran’ı karşılayarak “kendi efsanemizin” sonuna tanık olmak istememe rağmen orada öylece sızmışım.

Yarış sonrası teker teker birbirimize sarılarak tebrikler yağdırmışız, rol yapmamıza hiç gerek kalmadan “ayakta uyuyanlar” fotoğrafı çekiliyoruz.

Yarışı teknik açıdan ele almak gerekirse… İlk parkur haricinde ciddi bir tırmanış ve toprak yol yoktu. Parkurlar düzgün asfalt ve yer yer hafif eğimli olduğundan orta halli bir yol koşusu ayakkabısının yeterli olacağını düşünüyorum. Koşucu gözünden bakıldığında; yüksek nabzın etkisiyle kafa karışıklığına yol açabilecek birkaç nokta dışında, işaretlemeler oldukça yerinde ve özenle yapılmıştı. Kalabalık bir yol yarışında olduğu gibi parkurların bariyerlerle net bir şekilde ayrılmasının mümkün olmaması ve parkurun tamamlanması için CPlerdeki bilekliklerin alınmasının yeterli olmasından ötürü koşucuların parkur mesafeleri ufak tefek değişiklikler gösterdi. Lakin yarışın tamamlanma süresi 18 saat ila 23 saat arasında değiştiğinden fazlaca koşulan metreler çoğu zaman anlamlı bir fark yaratmadı. Sıcaklık ise gündüz 27 dereceyi görürken gece en serin 20 derece ile karşılaştık. Sıcaklıklar ekstrem seviyelerde olmamasına rağmen terli bir şekilde açık havada beklemek durumunda oluşumuz, özellikle güneş battıktan sonraki saatlerde zor anlar yaşattı. Diğer bir yandan, yarış sonunda herkes eşit mesafe koşmuş olacağından takım içi koşucuların sırasının önemli olmadığı düşünülebilir fakat aslında son sıralarda koşmak yarışı görece zorlaştırıyor. Yarış günü en geç 07.00 sularında otelde olunması gerektiğini, takımların 5. ve 6. koşucularının ise ilk parkurlarına en iyi ihtimalle öğle vaktini takiben çıktıklarını göz önüne alalım. Bu durumda bu koşucuların, yarışa ilk sıralarda başlamış olan ekip arkadaşlarına nazaran hem bekleme süreleri uzun olacak hem de buna bağlı olarak son parkurlarını daha geç koşacaklardır. Dolayısıyla kendi ekibim adına, Ayşegül ve Baran’ın nispeten daha yüksek bir yorulma payını göğüslediklerini düşünüyorum.

Vakit öğleye doğru… Baran hala ilk parkurunu koşamamış ve kendini oyalamak için uyumaya çalışıyor. Semih ilk koşusundan döneli çok olmamış.
Fotoğraf: HALE AKAR

Yarış tarihinden çok zaman önce yarış formatının gerektirdiği mental ve fiziksel hazırlığımın olmadığını düşündüğümden ve antrenmanlarıma uzun süredir ara verdiğimden yarışa katılmama kararı almıştım. Yarışa az bir zaman kala ise Pınar’ın kararımı tekrar sorgulatmasıyla ekipte yerimi aldım. Şimdi diyorum ki iyiki Pınar yine sormuş ve iyiki kararsızlığıma rağmen bu benzersiz tecrübeyi yaşama fırsatını kendime tanıdım. Ekibin en antrenmansız üyesi olarak sakatlanmamış olmama hala şaşmakla birlikte ekibimi yarı yolda bırakmak zorunda kalmadığım için de ayrı bir mutluluk yaşıyorum. Altının nasıl da bire eşit olabileceğini gördüğüm bu yarışta; şartlar çetinleşmeye başladığında takımlar arası sınırların gitgide silikleşmesini, parkurdan taze dönmüş koşucuların kendi takımları dışındaki koşuculara uzun uzadıya parkur detaylarını anlatmalarını, heyecanla tüyolarını paylaşmalarını izlemek bu süreç boyunca en keyif aldığım zamanlardan oldu. Yarış öncesinde ve esnasında yaşanan irili ufaklı tüm aksiliklere rağmen süreci çok iyi yöneten, gerçekleştirmekten vazgeçmedikleri bu hayal sayesinde koşu yolculuğumuza unutamayacağımız anılar eklememizi sağlayan bu güzel serüvenin mimarları, sevgili koşu koçları Beste Önal ve Mehmet Çetin’e; aynı zamanda organizasyonun böyle sorunsuz ilerlemesinde büyük katkıları olan, belki bizler kadar çok koşturan yarış gönüllülerine ekibim adına çok teşekkür ediyorum. Yarış süresince yiyeceklerimizi ta İstanbullardan paketleyip gönderen, yetmez gibi giymeyip giydiren kıyafet sponsorumuz Pınar’a; çektiği fotoğraflar ve daha neler neler yaparak ortaya koyduğu dijital emeklerle yarışa haftalar kala bizi yarış atmosferine sokan Umuthan’a; bizi yalnız bırakmayıp takıma kaptanlık ettiği ve sahip çıktığı için ekibimizin en tecrübeli koşucularından Necdet’e; uzakta olmalarına rağmen telefonlarla bizleri destekleyen ve yarış boyu takip eden, bizimle kaygılanıp bizimle heyecanlanan kocaman Rundamental ailesine bizi yalnız bırakmadıkları için ama en çok da yarışı benim için böylesine keyifli ve içten kılan ekip arkadaşlarım Semih, Sarp, Işıl, Ayşegül ve Baran’a teşekkür ederim! Yarışta gösterdikleri inanılmaz performanslarla sırasıyla ilk üçe yerleşen Asım Çetin Koşu Gücü, Bacakta Ne Varsa ve Alikev Runners’ı ayrı tutmakla birlikte; bu atmosferin oluşmasında bizim de payımız olsun diyerek farklı farklı şehirlerden kalkıp gelen, aynı yollarda koşturduğumuz No Reason Co, Runformance, Run 2 Rock, Beat Run Crew 1, Beat Run Crew 2, Marathonist ve Tairun ekiplerini de çok tebrik ediyorum. Yarışın tadı bacaklardan hala silinmemişken seneye yazılacak yeni hikayeleri şimdiden merakla bekliyor, son olarak da bu senenin efsanelerinin fotoğrafını da aşağıya bırakıyorum!


GATHER UP FOR RUN & FUN “PENTHOUSE”