Bali denince aklınıza ilk ne gelir? Deniz? Surf? Meditasyon? Egzotik yemekler? Maymunlar ya da hindistan cevizleri? Balayına giden Türk çiftler? Herhalde maraton ilk sıralarda değildir. İşte bu yüzden beklenmedik işler yapmayı seven RUNDAMENTAL ekibinin Bali’ye gitmesi için daha doğru bir fırsat olamazdı. Ben de aslında bir süredir katıldığım yarışlarla ilgili yazı mı yazsam acaba diye kendi kendime soruyordum. Bu fikri Bali Maratonu için hayata geçirmeyeceksem, bir daha hiç geçirmem herhalde diye düşünerek bilgisayarın başına oturdum.
YOLCULUK – YARIŞ ÖNCESİ
4 Eylül’de Qatar Airways ile İstanbul Havalimanı’ndan yola çıkıp, Doha aktarması sonrasında yaklaşık olarak toplamda 10.000 KM’lik uzun bir uçuşu geride bırakarak Bali’ye vardık. Uzun dediğime bakmayın, bir yandan yeni vizyona girmiş 3 film bitirirken, diğer yandan aşırı ilgili hosteslerin sürekli servis ettikleri yemek ve içkilerle yolun nasıl geçtiğini anlamadık bile. Özetle yüksek standartlı bir havayolu ve doğru ayarlanan kısa uyku saatleri ile hem keyif alarak hem de jetlag olmayarak Bali’ye gitmek mümkünmüş. Tabii bu uyku ayarlamaları ve taktikler Pınar ve benim gibi normal insanlar için geçerli. Levent’in her yerde her koşulda 2 saniye içerisinde uyuyabildiğini eski Rodos seyahatimizden biliyoruz. Büyük üstat yine klasını konuşturup neredeyse tüm yol uyuduktan sonra, jetlag tanımayarak vardığımızda da uyumaya devam etti.
Denpasar’daki Ngurah Rai Havalimanı’ndan yarış tarihlerinde konaklayacağımız Canggu’daki ilk evimize geçtik. Pınar evimizin bahçesindeki süs havuzunda yüzen Koi balıklarını besledikten sonra Canggu’yu keşfe çıktık. Uzun yolculuk sonrası ilk hedefimiz tabii ki plajlar oldu. Deniz dalgalardan dolayı yüzmeye çok uygun olmadığı için La Brisa diye aşırı cool bir beach club’ta tüm gün yayılmak bize çok iyi geldi. Burada, pembenin farklı tonlarını deneyimlediğimiz büyüleyici günbatımına kadar dalga sesleri ve güzel müzik eşliğinde gitgide yükselen dalgalarla savaşan surfçüleri izledik. Canggu sokaklarını, restoranlarını, barlarını keşfettikçe, buranın tam bir keyif yeri olduğunu anladık. Avustralyalıların da buraya yerleşip Crate Cafe gibi bir çok havalı restoran, otel, bar vs açmasıyla köyün son yıllarda popülerleştiğini anlayıp acaba şuraya taşınıp bi kafe açsak mı diye klasik Türk kafasına girip maliyetleri hesaplamaya başlamamız max 1.5 gün sürdü.
Sonraki günler Bali koşu gruplarının organize ettiği BTG (Bridge The Gap) yani dünyanın farklı yerlerinden gelen koşu gruplarının tanışma, sosyalleşme etkinlikleriyle geçti. Tahmin edersiniz ki çoğu grup Asya/Güney Doğu Asya’dan geldiği için, Welcome Dinner’da İstanbul’dan geldiğimizi duyanlar baya şaşırdılar. 7 Eylül, maratondan önceki sabah ise, bir yarış ritüeli olan Shake-out run koşusunu Sanur plajı çevresinde koştuk. Sabah erken (9:00 civarı) ve sadece 5K koşmamıza rağmen nemden dolayı o kadar terledik ki, yarın sabah nem böyle olursa patlarız diye düşünmeye başladık. Bu aktivite sonunda artık neredeyse tanışmadığımız ekip kalmamıştı. Kore’den We Be Thirsty ekibinden, Los Angeles’tan Koreatown Run Club ekibine, Track Mafia’dan, Samarinda Running Club’a, dünyanın dört bir yanından koşucularla tanıştıktan sonra dinlenmek ve yarış hazırlığı için evlere dağıldık.
YARIŞ
Sizi bilmem ama ben daha önce hiç yarı maraton koşmak için gece 2:00’de uyanıp, 3 saatlik uykuyla zorla ağzıma fıstık ezmesi ve muz tıkıp, 3:00’te evden çıkmamıştım. Yarışın 5:15’te başlamasanın 2 mantıklı sebebi var. İlki tahmin edeceğiniz üzere hava sıcak ve nemli olduğu için daha serin koşullar sağlamak. İkincisi de sonuçta Bali küçük bir ada olduğundan ve pek fazla yol alternatifi olmadığından yarış için ancak belli bir saate kadar yolları kapatmaları mümkün. Sabah 3:00’te evden çıkıp, maratona doğru yarı uyuklar şekilde yol alırken, taksi şoförünün anlaştığımızdan fazla para koparmak için yapmaya başladığı pazarlık esnasında ciddileşip kendimize geldik. Özellikle Levent’le aralarında stratejik savaş tadında geçen 10 dk’lık -How much you pay? Man, how much? –We’ll pay, just go please! atışması, uyanmamızı sağladı J Sonuç olarak o saatte ve yoklukta anlaştığımızın biraz fazlasına razı olup, 4:00 gibi alana vardık. 4:30 gibi başlayan warm-up’ta hava karanlık, her yerde rengarenk ışıklandırmalar, moda sokan yüksek tempolu bir müzik ve birbirinden heyecanlı koşucular derken start’a kadar ısınma kısmı resmen parti havasında geçti. Start için geri sayım başladığında biraz esnemiş ve daha çok dans etmiş bir şekilde bu aşırı keyifli parti ortamından çıkıp karanlık bir bilinmeyene doğru 21.1 km koşmaya hazırdık.
Start ile birlikte welcome to zifiri karanlık! Daha önce hiç bu kadar karanlık bir ortamda koşmamıştık. Önümüzü zor görüyoruz… Öyle ki koşarken ‘Juggling’ yapan Levent ancak 5K’da top çevirmeye başlayabildi. Benim gözümde numaralı güneş gözlükleri, ya karanlıktan, ya da gözlüğü çıkarttığımda miyoptan önümü göremiyorum. Neyse ki yanımda Sydney Kings Cross Track Club’dan Brad var, ilk 9K’yı takılıp düşmeden birlikte koştuk. Yukarıda bahsettiğim üzere, adanın yolları limitli ve bir şekilde 21 km’lik parkur oluşturmak durumundalar. Muhtemelen 5’inci km’den 13’üncü km’ye kadar tamamen tırmanış olması, ve yaklaşık 170 mt çıktığımız yükseltinin sebebi de buydu. Öte yandan yukarı çıktıkça daha temiz havayı hissettiğimi ve oksijen kalitesinin arttığını da hatırlıyorum. Yol yorgunluğu, uykusuzluk, beslenme düzenimizin değişmesi, yüksek nem ve sıcaklık bizi bu yokuşlara daha az toleranslı kılmıştı. Mesela Pınar’ın bir noktada hayatının en zor yarışını koştuğunu düşünmesine ve yavaşlamasına dahi sebep olmuş. Diğer yandan sonradan düşününce Levent elindeki toplara, ben de önümü görebildiğim derecede basmaya odaklanmışken iyi ki Pınar yavaşlamış dedik. O an iyi hissettirmese de bu sayede maratondan bir sürü güzel foto ve videomuz oldu.
Nihayet benim için 11. km’de ortaya çıkan günışığı ile etrafı daha net görmeye başladım ve gördüklerime inanamadım. Sabahın en erken saatlerinde, gencinden yaşlısına, tüm halk evlerinin önüne çıkmış koşucuları selamlayıp alkışlıyorlardı. Türkiye’de pek alışık olmadığımız sahneler olduğu için ister istemez yüzümde bir tebessümle el sallayarak selamlarına karşılık veriyordum. Bir yandan her bir evin girişinde yakılan tütsülerle burnumuza sandal ağacı, Frangipani (Bali çiçeği) ve yasemin kokuları gelmeye başlayınca yarış iyice keyifli ve mistik bir hal aldı. Koşmaya devam ettikçe yeşil pirinç tarlaları ve tapınaklar üzerinden yükselen güneş, daha da inanılmaz bir manzarayı ortaya çıkarttı. Bunlarla harmanlanınca Bali Maratonu’nu bizce dünyadaki en özel yarışladan biri yapan ve artık aydınlıkta rahatça gördüğümüz cheer point’lere gelmiştik. Bu noktalarda halk, koşucuları kendi imkanlarıyla hazırladıkları geleneksel kostümleriyle, yerel kızların üzerimize attıkları çiçek yapraklarıyla, yerel enstrümanlarıyla yaptıkları müzikler ve folk danslarıyla karşılıyordu. Henüz ilkokula giden küçücük çocuklar, üniformalarını giyip yanyana dizilmiş, terlemiş olmamızı umursamadan çakalım diye ellerini uzatıyorlardı. Çocukların küçücük ellerine her çaktığımda yüzümde kocaman bir gülümseme belirmesine ve bacaklarımın hızlanmasına engel olamadığımı hatırlıyorum. Levent’in üç top çevirerek koştuğunu gördüklerinde nasıl etkilendiklerini ve ne kadar coşkulu tepkiler verdiklerini bizzat görmek isterdim. Açıkçası hayatım boyunca hiçbir yerde bu kadar içten ve samimi bir tezahürat görmediğim için, bahsettiğim zorlu tepeleri tüm bu motivasyonla güle oynaya aştım. Tepeler bittikten sonra Koreatown Run Club’dan Chris’e takılıp ayağımdaki Puma Hybrid Astro’ların desteği ile son kilometrelerde vitesi yükselttim ve kalan köyleri de hızlı bir şekilde ama bir o kadar da keyifle tek tek geçtim. Özetle 2012’den beri düzenlenen bu organizasyon Bali’nin zengin kültürünü ve insanlarının güzel enerjisini 21 km’lik bir parkura sığdırarak bize hayatımız boyunca unutamayacağımız bir deneyim yaşattı.
Bitiş noktasını geçtikten sonra bugüne kadar gördüğümüz en etkileyici etkinlik alanında alkışlar, tebrikler, hindistan cevizi suları ve aldığımız en güzel yarış madalyası ile karşılandık. Alanda bacaklarımızı serinletebileceğimiz bir buz havuzu, hakiki Bali masajı J canlı müzik grupları, binbir türlü egzotik meyve, yiyecek, süper işleyen bir emanet sistemi ve foto noktalarıyla her şey düşünülmüş. Farklı tipler olarak sırıttığımız için biraz celebrity gibi takılıyoruz J herkes bizimle, özellikle “the juggling star” Levent’le, foto çekiliyor. Foto faslı bittikten sonra evimize geçip ve keyifle uzanıp Bintang’lerimizi yudumlarken Pınar’ın yarışta çektiği görüntülere bakma fırsatı bulduk. Gece de BTG Maraton After Party’de koşu gruplarıyla hip-hop müzik eşliğinde partileyip, yarışın yorgunluğunu eğlenerek ve ortama nazaran bilinçli alkol tüketerek attık. J Kapanışı ise Canggu gece hayatının en ünlü mekanı Old-Mans’de yakışır şekilde yaptık.
YARIŞ SONRASI ADAYI KEŞİF
O kadar yolu geldikten sonra sadece koşup dönmek olmazdı tabi. Şimdi adayı keşfetme zamanı! Canggu’dan sonra ilk durağımız Ubud oldu. Adanın spiritüel ve kültürel merkezi olan Ubud’da dışarı çıkmak istemeyeceğiniz tarzda bir ev kiralamıştık. Kendi bahçesi, havuzu, pirinç tarlaları ve palmiye ağaçlarına bakan manzarası ile kendimizi hayatımızın en lüks evinde bulduk. İşte bu noktada keyiften çok gezgin tarafımız ağır bastı ve evde kalmak yerine hem şehri keşfetmek hem de recovery için koşu kıyafetlerimizi giyip merkeze yöneldik. Birçok tapınağın yanından koşup geçerken denk geldiğimiz bir sahada Levent’le küçük çocukların futbol maçına dahil olup, sonra da Pınar’la maçı izleyen kızlarla foto çekildik. Yine durmadık… Devam edip soluğu Campuhan Ridge’de bulduk. Şehrin içindeki bu 3-4 km’lik yürüyüş ve koşu parkurunda yemyeşil ağaç manzaralarıyla recovery koşumuzu tamamladık.
Devamında ise şehrin sokaklarına ve ünlü Ubud Market’e daldık. Burada tam bizim aşina olduğumuz tarzda çok sıkı pazarlık yapılıyor, ve gözlemlerimize istinaden söylenen rakamı direkt 3’e 4’e bölmek gerekiyor. Bu şekilde bir karşı teklif yapıp, hafif gider gibi yaparak, siz de bu konuda tecrübeli olduğunuzu gösterebilirsiniz. Market dışında Ubud’un en önemli mekanı ve bir maymun mabeti olan Monkey Forest’a geçtik. Burada ev sahibi maymunlar, biz insanlar misafir. Dolayısıyla onların kurallarına göre oyunu oynamanız gerekiyor. Bu yüzden şapkaları, gözlükleri çantalarımıza koyup, temkinli bir şekilde maymunları gözlemlemeye başladık. Ne kadar tatlı olsalar da neticede ne yapacakları belli olmuyor diye düşündük ve sonuç olarak haklı çıktık. Seyahatimiz sonlanana kadar Levent ve ben maymun saldırısına uğradık.
Sonraki sabah Batur dağına trekking yapacağımız için erkenden uyuduk. Bizimki gibi çoğu Mt. Batur turu için evden 2 gibi yola çıkmak ve 4 gibi dağa tırmanmaya başlamak gerekiyor. Karanlıkta ve el fenerleriyle yaklaşık 2 saatlik zorlayıcı bir tırmanış sonrası bizi Mt. Agong’a karşı büyüleyici bir gündoğumu manzarası bekliyordu. Tecrübeme dayanarak fırsatınız olursa kesinlikle üşenmeyin, yapın derim. Bir de sakın Bali’nin sıcağına kanıp tshirt’le çıkmayın, yanınıza mutlaka kalın bir şeyler alın, sonra Levent ve Pınar gibi kendinizi battaniye aranırken bulabilirsiniz.
Çıktığımız yolu indikten sonra iyice yorgun düşen bünyemizi Luwak kahvesiyle canlandıralım diyerek Luwak üretim çiftliğine gittik. Luwak kahvesi, tercümesi çok hoş olmasa da = kaka kahvesi diyebiliriz çünkü bu kahvenin özelliği dünyanın en pahalı kahvesi olmak dışında, Misk kedisinin gece saatlerinde uyanıp yediği kahveyi sindirdikten sonra, hayvanın dışkısından ayıklanan çekirdeklerinin öğütülerek yapılıyor olması… Hayvanın tüm gece ayakta olup tüm gün baygın şekilde uyuması, bize bu işte bir terslik var, acaba sağlıklarını bozacak etik olmayan bir uygulamamı mı söz konusu mu diye düşündürmedi değil.
Kahve sonrası Ubud’a yarım saat uzaklıkta olan, Bali’nin kutsal su tapınağı Tirta Empul Temple’a yöneldik. Bali halk’ı hayatlarını Hinduizm’e göre şekillendirdikleri için Hindu tanrılarının gönüllerini hoş tutmaya yönelik bir çok gündelik ya da seremonik ritüeller bulunuyor. Bu tapınaktaki seremoni de belirli bir sırada suların altından geçerek bedeni ve ruhu arındırmak. Biz de arınalım bakalım diye pazardan aldığımız geleneksel Sarong’larımızı geçirip suya girdik. Fakat bizimkisi spiritual bir deneyimdense daha çok suyun soğukluğundan Pınar’ın üşümesi ve Levent’in de sudaki bakteri oranını hesaplamasıyla “hızlı” alınan bir duşa dönüştü. Aslında hepimizin keyif aldığı bu deneyim sonrası fotolara bakınca kiminin arınması, kiminin sınavı olmuş dedik.
Spiritüellik demişken, Bali’nin bir yoga cenneti olduğu zaten dünyaca biliniyor. Bizim de bir akşam Pınar’la Yoga Barn’da katıldığımız Yin Yang yoga seansından kısaca bahsetmek isterim. Dersimiz yeşillikler içerisinde, kapalı, büyük bir salonda, Avustralyalı bir eğitmen ile gerçekleşti. Yin Yang zaten anlam olarak doğadaki her şeyin karşıtlık ilişkisi içerisinde var olup bu zıtlıklardan birlik doğduğunu aktaran bir felsefe. Eğitmenin önce Yang kısmını yapacağız demesinden daha aktif bir başlangıç olacağını anlamıştım. 45 dk. süren Yang kısmında ayakta dinamik hareketler ve çok tekrarlarla fiziksel limitlerimizi sonuna kadar zorladık. Sonrasında Yin kısmına geçince yerde daha uzun, pasif yoga pozlarına odaklandık. Toplamda 1.5 saat süren ders bittiğinde, hem ben hem Pınar son 15 dk. dünyadan koptuğumuzu, meditasyon ve huzurun dibine vurduğumuzu farkettik.
Bali, Hinduizm sağolsun ruhani aydınlanmaya çok açık bir yer. Biz de Yoga Barn’da Yoga ile fiziksel egzersize ek olarak, ruhani bir dinginliğe de kavuşmanın zevkini tattık. Tabii bu kültür vejeteryan ve vegan restoran kültürünü de geliştirmiş. Clear Café gibi mekanlarda sebze ve tahıldan yapılmış aşırı lezzetli yemeklerle uzun süre hiç et yemeden geçirilebilir.
Diğer günlerde ise Bali’nin en ikonik ve manzaralı tapınaklarından Tanah Lot’a ve Ulun Danu Bratan’a, Bali’nin kendine has bir yeşili olduğunu ve fotoğraflara filtre eklemek gerekmediğini gösteren Jatiluwih ve Tegellalang pirinç tarlalarına, adanın öne çıkan şelalelerinden buz gibi sularına daldığımız Git Git şelalesine ve Padang Padang surf plajına gittik. Bizce her biri gitmeye değer, fazla detay vermeden fotolarla gösterelim.
Buralar arasında gidip gelirken ya şoförlü araçla, ya da motor kiralayarak ilerledik. Trafiği atlatmak ve A noktasında B noktasına hızlıca ulaşmak için Bali’de neredeyse herkes motor kullanıyor. Öyle ki bir kırmızı ışıkta en az 50 motor duruyor. Biz de hem lokal deneyim olsun hem de zamanımızı verimli kullanalım diye scooter kiraladık. Bazı günler yakın mesafelere üç kişi tek scooter gittiğimiz maceralar da oldu. Fakat bu trafikte motor kullanmak aslında hiç de kolay değil, kaosun içerisinde kurulan düzene bir şekilde ayak uydurmanız gerekiyor. Ek olarak trafik tersten aktığı için kafalar karışabiliyor, ve özellikle motoru Levent kullanıyorsa sağ-sol demek yerine parmağınızla yönü göstererek ilerlemek gerekiyor.
Motor kullanmadığımız zaman adada genelde Grab (Bali’nin Uber’ini) kullandık. Levent Bali’de drenaj’a taktı, şoförlere sizin drenajınız yok ama her taraf tapınak, bu nasıl hayat diye hesap soruyordu. Bunun dışında genelde Grab’e bindikten 2 dakika sonra Levent ve Pınar rem uykusuna geçtikleri için ben de İngilizce konuşabilen her sürücüyle sohbet edip, hayatlarını anlamak adına sorularımla kitliyorum. Bu sohbetlerden anladığım Bali’de toplumun gerçekten hala Hinduizm ve gelenekler üzerine kurulu olduğu. Her sabah erkenden evlerin önüne koyulan sunaklardan, dini seramonilere, özel günler ve dolunay zamanındaki dini törenlere kadar hayatın akışını şekillendiriyor. Biz de bu akışı düşünüp, çok fazla Yang odaklı ve aktif ilerleyen programımıza artık bir dur deyip, Ubud’daki son günümüzde evin ve havuzun keyfini çıkarttık.
Son destinasyonumuz Kuta ise Bali’nin parti başkenti. Fakat buradaki kitle kelinenin tam anlamıyla dağıtmaya gelmiş ve alkol odaklı teenage gençlerle dolu. Plajlar dinlenmek ve sörf’e başlangıç için uygun olsa da, bizim gibi parti kafasında değilseniz burada çok vakit geçirmemenizi öneririm. O yüzden Kuta kısmına dair izlenimlerimi de kısa tutuyorum. Biz de Kuta’da plaj keyfi yapıp Bali seyahatimize noktayı koyduk.
EVE DÖNÜŞ
Bu kadar dolu dolu geçen günlere rağmen emin olun Bali’de daha yapacak çok şey var. Sadece yoga/meditasyon amaçlı gelip haftalar, aylar geçirebilirsiniz. Ya da trekking, rafting, surf veya dalışla macera dolu bir tatil deneyimleyebilirsiniz. Bunların dışında şehirleri talan etme niyetindeyseniz, gezmedik tapınak, market, cafe, restoran, bar, kulüp bırakmayacağım derseniz o da birkaç hafta sürebilecek başka bir keşif tarzı.
Bizim planımıza bakacak olursak, Maraton için gelip, toplamda 4 gece Canggu, 5 gece Ubud ve 2 gece Kuta’da kalıp bazı günler bu lokasyonların dışına günübirlik geziler yaptık. Listede birçok aktiviteye tik atmamıza, içtiğimiz sınırsız hindistan cevizi suyuna ve daha marjinal olarak Levent’in ilk defa saçını Bali’de bir berberde kazıtıp, Pınar’ın son gece dövme yaptırması gibi örneklere rağmen vakitsizlikten yapamadığımız çok şey oldu. Dönerken aklımız yaptıramadığımız masajlarda, gidemediğimiz şelalelerde, plajlarda, yiyemediğimiz ya da doyamadığımız yemeklerde kalmadı desem yalan olur… Bali’de biraz “yaptıklarımız için pişman değiliz, aklımız hala yapmadıklarımızda” kafası var yani. Yaptıklarımıza bile doyamamışken daha fırsat bulamadığımız ve yapılacak birçok şey kalması Bali’nin tek seferlik bir destinasyon olmadığını net olarak anlamamızı sağladı.
Son günlerimizde adadaki adamımız ve tur rehberimiz Degung’a sordum; burada hayat standartları yüksek değil, trafik kaotik ama kimse kimseye bağırmıyor, kavga etmiyor, herkes yoluna bakıyor, bunun sırrı ne? Degung gülümsedi ve aslında cevabı çok basit ve tek kelimeydi: “karma”. Bali, Endonezya’nın tek Hindu topluluğu olduğu için zaten bambaşka bir kafa yapısında olduklarını anlamıştık. Degung’a peki sen karma’yı pratikte nasıl uyguluyorsun diye sorduğumda ise cevabı: “think the best, do the best, everything will be the best” oldu, yani en iyiyi düşün, en iyiyi yap, her şey en iyisi olsun. Bu yazıyı bitirirken de düşüncem, biz en iyisi Bali anılarımızı sık sık düşünelim, gerekli aksiyonları alalım ve tekrar gelmeyi umalım. Çünkü muhtemelen Bali’den daha özeli olamaz.
Bu seyahatten bende kalanlar neler oldu derseniz de, Bali bana yaşamın kendi içinde doğal bir akışı olduğunu ve yaptığım her eylemin bir şekilde mutlaka bana geri dönüşünün olacağını öğretti. Eylemlerimden kendim sorumlu olduğum için karşıma çıkan her sonucun da benim için en doğrusu olduğunu kabul etme bilincini kazandım. Şimdi işin zor tarafı ise geri döndüğüm kaotik şehrimiz İstanbul ve yoğun beyaz yakalı düzenimde karşıma çıkan her durumda kendime bunu hatırlatmak. Spiritüel etkisi dışında her günü dolu dolu geçen iki hafta ve hafızamıza kazınıp ömür boyu unutamayacağımız özel anılar, benzersiz deneyimler ve bu deneyimleri ölümsüzleştiren fotoğraflar… Zaten muhtemelen siz bunları okurken biz hala Bali fotoğrafları paylaşıyoruzdur. Bize yaşattığın tüm deneyimler ve 2 yıllık #tbt stoğu için teşekkür ederiz J Yerin gerçekten ayrı ve eminim bir gün geri geleceğiz.
Namaste!