Hali hazırda anılar sıcacıkken, bacaklar içerilerde bir yerlerden ağrıyor ve boğazım –herhalde üşütmelerden- şişmişken, Antalya akşamının sevdiğim serinliğinde aldım polar battaniyemle rezene çayımı, geçtim balkona, klavyenin başına.
17 Mayıs Cuma günü öğleden sonrası vardık Çıralı’ya. Sessiz sakin uyuyabilelim diye kamp alanının arkalarına doğru yerleşip alana, kit almaya gittik. Çıralı zaten minicik, henüz bilinçsiz turist akınından payını almadığından kendi halinde şeker gibi bir tatil köyü. Kaldığımız kamp alanıyla yarışın başlangıç noktası sahilin zıt iki ucunda kalmasına rağmen aradaki mesafe bir buçuk kilometreden azdı. Demem o ki, sahile yakın bir yerlerde konakladığınız sürece başlangıç noktasından uzak kalmanız pek mümkün değil. 🙂
Gönüllü arkadaşlar yarış için gerekli zorunlu malzemelerin kontrolünü yaptıktan sonra kitlerimizi teslim ettiler. Bu sene “finisher tişörtü” uygulamasına geçmişlerdi, yani yalnızca yarışı süre sınırlamasını aşmadan bitirebildiğimiz takdirde tişörtümüzü alabilecektik. Bu da ertesi gün için bir motivasyon unsuru olarak haneye yazıldı! Teknik toplantıda kendi yarışacağım Chimera Run parkurundan ziyade, Erdal’ın gireceği Tahtalı Run to Sky parkuruna heyecanlandıktan sonra istirahate geçmek üzere alandan ayrıldık.
Parkurlardan kısaca bahsedecek olursak…
Chimera Run etabı 29, Tahtalı Run to Sky etabı ise 27 kilometre uzunluğunda diyebiliriz. Hemen hemen aynı mesafeye denk düşmeleri sizi kandırmasın! Parkurlar; başlangıç noktasından Ulupınar mevkiine dek -yaklaşık 10 kilometre kadar- ortak ilerliyor… ki iki parkur için de başlama saati aynı olduğundan bu noktaya kadar Erdal’la birlikte koşmayı planlamıştık. Buradaki ilk kontrol istasyonunu takiben Chimera Run koşucuları asfalttan düz devam edip orman yollarına bağlanarak sahile, başladıkları noktada yarışı sonlandırmaya dönerlerken; Tahtalı Run to Sky koşucuları soldaki patikaya sapıp Kumluca-Kemer yolunu aştıktan sonra, normal şartlar altında(!) teleferikle ulaşımın sağlandığı 2365 metre rakıma sahip Tahtalı Dağı’nın karlı zirvesine ulaşıyorlar. Zirvede yarışı tamamlayan Tahtalı Run to Sky koşucuları; tercih ederlerse zirvedeki tesiste sıcak bir şeyler içip Akdeniz’in panoramik manzarasının tadını çıkardıktan sonra teleferiğe atlayıp manzarayı seyreyleyerek dönüşe geçiyorlar. “Aman yok, ben batonlarımla fıtı fıtı koşarak devam edeyim onların teleferikten inecekleri yere kadar!” diyecek olanınız varsa… buyrun sizi alalım Berg Sky Race 59K parkuruna! Bu üç parkurun da Yanartaş’tan geçtiğini de unutmadan ekleyeyim.
Yarış sabahı
Henüz yarı yarıya içinde olduğumuz uyku haliyle bir iki lokma peynir ekmek atıştırıp başlangıç alanına geçtik. Zaten “ısındık ısınmadık”, “haydi start fotoğrafı alalım”, “çantaya atmayı unuttuğum bir şey var mı ya”, “ay göğüs numaramı şuraya mı taksam”, “pişik kremleri sürülsün” derken başlama saati geldi (Sıcaklıkların artmasıyla pişik yeniden favori sohbet malzemem olarak dilime düştü, kusura bakmayın).
Yarış başlayalı on metre oldu olmadı ki Erdal aldı başını gitti, ben o esnada el freni çekilmiş araba gibi tekliyor olduğumdan ona yetişemedim tabii. Sahilden Yanartaş sapağına, yaklaşık 4 kilometre kadar asfalt üzerinde koşarak iyice ısındık. Yanartaş’a dönüp kilitli parke taşlı yolda kısa bir süre ilerledikten sonra Yanartaş’a çıkan büyük taş merdivenlerin başındaydık. Hemen hemen 1.5 kilometre bu merdivenlerden yukarı tırmandıktan sonra kayaların arasındaki yüz yıllık alevleri gördük. Bu alevler, seyrekleşerek de olsa, patikanın içlerine kadar devam ediyordu. Yoğun sedir ağacı kokuları arasında dar patikadan koşarak tekrar asfalta bağlandık ve kısa süre sonra da Ulupınar’daki ilk istasyona ulaştık.
İlk istasyonda, artık alışkanlık edindiğim üzere; su torbamdaki ılıyan suyu boşalttım ve içini soda-limon-su karışımı ile doldurdum. Bu şekilde su, ılıdığında bile soda-limon sayesinde hep ferahlatıcı bir etki yaratıyor ve koşarken kendimi daha taze hissediyorum (birtakım ufak öz kandırmacalar). Bir de benim şöyle bir problemim var: Gördüğüm her istasyona adeta yerleşmek istiyorum! Nitekim burada da istasyonda görevli bir abi aniden bana döndü ve hayretle “Yahu sen ne zamandır buradasın, bu kadar beklenir mi! Haydi git artık!” demek suretiyle beni tatlı tatlı payladı. Çok da iyi oldu! Yoksa son limon dilimi tükenene dek orada kalabilirdim…
Kilometre 09.60’taki bu istasyondan sonra parkur yaklaşık 3.5 kilometre kadar asfalttan, hafif yukarı eğimle devam ediyor. Buradan sonra sahile kadar hiçbir asfalt yok; yol tamamen sert inişli, bol çarşaklı orman yollarından geçiyor. Yavaş gideyim desem gönül razı değil, kendimi bıraksam ayaklarımın tabanı sürtünmeden oldu sana yanartaşın ta kendisi… Neyse ki bana upuzun gelen asfalt yolu takip eden orman yoluna saptığımızda, asfaltta yol verdiğim arkadaşa zor bela yetişiyorum. Asfaltta onu “bravo”ladığım için bana teşekkür ediyor, tükendiğini düşündüğün bir anda çok basit bir sözlü desteğin bile insana nasıl iyi geldiğini kendimden biliyorum. Sonraları İstanbul’dan Hakan da İTÜlü, hatta benim fakültemden çıkıyor! Sohbet muhabbet derken nasıl hızlı indiğimizi anlamıyorum bile (Bazı bazı kendimi Kilian Jornet zannetmek gibi densizliklerim oluyor). Parkurun biraz ilerisinde yarışın başlarında tanıştığım Antrunman ekibinden Ayşegül’ü yakalıyoruz, onu da aramıza alarak neredeyse yarış sonuna kadar birlikte koşuyoruz. Ağrılar baş göstermeye, bacaklar ille de yürümek için diretmeye başlayınca bir ekip halinde koşmak hepimiz için itekleyici bir güç oluyor. Üstüne tam da zamanında yağmur çiselemeye başlıyor, öyle güzel serinletiyor ki planlanabilse ancak bu kadar olur!
Bol dönemeçli, bol sarsıntılı inişten sonra; son istasyonu da geçip Likya Yolu’nun işaretlerini takip ettiğimiz patikaya bağlanıyoruz. Aksi yönden gelen epeyce yürüyüşçüyle karşılaşıyoruz, şaşkın şaşkın bize bakıyorlar; toparlayabilenler arkamızdan alkışlıyorlar. Sırasıyla Maden Koyu ve Boncuk Koyu’na inip çıkıyoruz. Her ne kadar artık yorulmuş olsak da bu kısımlar inanılmaz güzel… derken suyumun bittiğini fark ediyorum, son istasyonda doldurmadığıma hayıflanıyorum. Öğlen saatleri olunca güneş tam da tepemizde, kayalıkların kenarından koştuğumuzdan sıcaklığı içimize içimize işliyor. Su içmesem olmaz, midem de sıcaktan bulanıyor artık. Önümde kaybolmak üzere olan Bi Koşu Adana’dan bir abiye (adı Ahmet olmalı) sesleniyorum, beni bekliyor, iki üç yudum kalan suyunu da –sağolsun- ısrarla benimle paylaşıyor. Patika çoğunlukla uçurum kenarlarından dolaşıyor, gözlerime mis gibi mavilikler doluyor. Dikkatimi manzarayla bastığım yerler arasında bölüştürmeye çalışarak –biraz da acı içinde- sahile dönen asfalt yola ulaşıyorum. Hemen yola ayak bastığım yerde aldığım “bravo”nun gazıyla bitiş çizgisine doğru yalpaspor ilerlemeye başlıyorum.
Sıcaklar basınca refleks olarak su torbamdan bir yudum çekmeye yelteniyorum. O da ne… e bunda su varmış! İçine attığım limonun çekirdeği tıkamış herhalde giderini, diyorum. Tüh, adamın da son suyunu içmiş bulundum! Sonra bir bakıyorum ki o da hemen önümden sahile sapıyor, kumdan koşup parkuru bitirecek. Sesleniyorum, teknik toplantıda asfalttan dönüş yapmamızı söylediklerini bağırıyorum ona. Birlikte, sahil şeridindeki pansiyon sahiplerinin ve tatilcilerin tezahüratlarıyla bitiş çizgisine varıyoruz. Parkurdayken nasıl da bitiş çizgisinden devam edip hiiiiç üst baş değiştirmeden cuk diye denize atlamanın hayalini kuruyordum ki… bu kez devam etmem de gerekmediğinden, ikmal masasında iki dakika dinleneyim diye oturup saatlerce orada kalakalmışım.
“Kısa kes, yazdığın değil koştuğun ultra olsun!” diyenler için…
- Şapka ya da güneş gözlüğünden yalnızca birini almak bence yeterli. Parkurun sonuna doğru girdiğimiz Likya Yolu’na ait patika haricinde güneş pek de etkilemiyor. Benim tercihim şapkadan yana oldu.
- Bahsettiğim son patikada nizami koşmak çok zor, epey de iniş çıkışlı. Bitişe zaten 4-5 kilometre kaldı diye bünyede enerji namına ne var ne yoksa son istasyondan önce bırakılmasın.
- Pek dik ve çarşak orman yollarından inerken bacakları ele almak o kadar olası ki… Yarış esnasında elastik bandaj taşımak ihmal edilmesin (keza zorunlu malzemelerden biri).
- İşaretlemelerden yakınan birkaç kişiyi duydum fakat ben işaretlemelerle ilgili hiçbir problem yaşamadım. Yalnızca… teknik toplantıda bitiş çizgisine sahil yerine asfalttan gelineceği duyurulmuştu fakat sahile yönlendiren kırmızı-beyaz bantlar hala duruyordu. Bu sapak organizasyon alanına yürüme mesafesinde olduğundan bantların sökülmesi güzel olurdu (keza toplantıya katılamadığından o sıcakta sahilden koşmak durumunda kalanlar olmuş).
- Her yaz en az bir kere Çıralı’ya yolumu düşürüyorum. Çıralı Köyü’nün etrafını dolanan 7-8 kilometrelik parkur herhalde koşmayı en sevdiğim yer! Ulupınar’a çıkan patikayı bu yarıştan önce hiç denememiştim, bundan böyle rotamda bir değişiklik yaparım…
- Antrenman yaparken sadece performans gayesi güdülmesi gerekmediğini; aynı zamanda yarışı ve yarış sonrasını daha keyifli ve ağrısız geçirmek için de antrenman yapılabileceği mantığını sonunda anlayabildim (Tabi bunu anladığımda Antalya’ya sıcakların gelmiş olması da manidar).
Nihayet jenerik kısmına geliyorum…
Yarışa dair tüm çalışmaları ve organizasyon boyunca koşuculara karşı ilgileri için en başta Polat’a, Rossist Event & Sport Organization ve gönüllülerine; haftasonu boyunca bir numaralı eşlikçim, canım ekip arkadaşım Erdal’a; tatlı sohbeti, yol arkadaşlığı ve yardımları için Fatih’e (Asla Durma); parkuru paylaştığım Hakan ve Ayşegül’e; parkurda beni susuzluktan ölüme terk etmeyen (abartttt) Ahmet Abi’ye; yarış sonrası saatlerce sohbete kilitlediğim, organizasyon gönüllülerinden Hasan’a; uzayan sahil geyikleri için Serhat ve ekibi Antrunman’a; pazar sabahı kahvaltısı için kamp alanını paylaştığımız Ethem Abi ve Manavgat ekibine; atladığım ama lafladığım, yeni yeni tanıştığım, hafta sonumun güpgüzel geçmesinde parmağı olan herkese çok teşekkür ederim. Seneye yine burada ve daha öncesinde ise kimbilir nerelerde buluşmak üzere!